çok da itiraf değil ama nereye yazacağımı bilemedim açıkçası.
hayatım boyunca en mutlu olduğum dönem, üniversiteye yeni başladığım dönemdi. samsun'dan çıkıp, izmir'e, ablamın bir sene önce yaşamaya başladığı şehre gelmiştim. birlikte bir evimiz vardı. sekiz daireli apartmanın beşinde beşer adetten toplam yirmibeş tane üniversite öğrencisi kızla aynı binada yaşamaya başlamıştım. daha önce yazmıştım bunu ama tekrar edeyim. mutluluğumun kızlarla alakası yok. zaten hepsi küçük kardeş muamelesi yaptılar bana. aman da aman ne şeker şeymişsin sen diyip makas aldılar yanağımdan. düşününce üzücü bir durum. lakin o dönemde umurumda değildi. çünkü artık evde bir amiga'm vardı. kaldı ki kız arkadaş demek kendi dilinde... amiga sahibi iken gerçek kız arkadaşı ne yapacaktım? (mal!)
okulun ilk zamanlarıydı. izmir'e alışma stresini atlatmıştım. dersler gevşekti. kapasitemin altında bir okul olduğu için çalışmadan ilerleyebiliyordum zaten. hayatım balkonda vakit geçirmek ile bilgisayar başında oturmaktan ibaretti. ha bir de arada bir gidip disketlere oyun yükletmekten. ve şimdi düşününce, amiga 500 plus'ımla ben dünyanın en şahane çiftiydik. hiç üzmedi beni. hep mutlu etti...
şimdi vaktim yok hiçbir şeye. belki de o yüzden eskisi kadar tat vermiyor yapılanlar. ne bileyim, oyun oynamaya zaman ayırsam, yapmam gereken ama yapmadığım diğer şeyler için vicdan azabı duyuyorum. o zamanlar öyle değildi. hayatta beni huzursuz eden tek şey, disketi takınca bad sector ile karşılaşmaktı. dönerken çıkardığı sesten anlıyordun zaten.
neyse ya. karışık bir girdi oldu. her istediğimi de anlatamadım belki. çok da umurumda değil aslında. takılmamak lazım. sen yirmibeş kızla aynı binada yaşa ve bilgisayar başında otur sadece. ah ah, şimdiki aklım olaydı...
bu sabah ağaça çıkıp inemeyen yavru bir kediyi ağaçtan indirdim. ben onu tutunca o da bana tutunduğu için elimde bir takım çizikler bıraktı şebek ama olsun. yere bırakınca peşime takılıp arabaya da binmek istedi ama o noktada yapacak bişi yoktu. kedi insanı sayılmam pek. ben arabayla uzaklaşırken koşa koşa gelen annesini de gördüm ki daha mutlu oldum. (umarım annesidir, benziyorlardı)
bu minik hadise güne kendimi daha iyi hissederek başlamamı sağladı. miyv miyv diye ağaçtan bana seslendiğin için teşekkürler yavru kedi.
sabah çay ocağının diafonunun düğmesine basıp "504'e 1 tane fincan çay" diyeceğime bilgisayar açılış şifremi söyledim... akabinde "napıyorum lan ben?" diyerek ofise kaçtım. daha garip olan fincan çayım geldi içiyorum şu an... uykum var benim ya.
pisuarda işeyemiyorum... valla bak. pisuarda sıkıntı yok aslında, yanımda biri varken işeyemiyorum işin aslı. pisuar da bildiğin samimi bir ortam. böyle bardak gibi diziliyorsun yan yana. tamam yanındakindekiyle sendeki uzuv birbirine benzer. lakin sorun uzuvlarda değil. sorun biri görecek ya da sen birini göreceksin hiç değil. sorun ne aslında ben de bilmiyorum. sanıyorum bir tür rahatsızlık bu ve sadece bana has olmadığına eminim...
ha zirveye gittim ne oldu. onu da anlatayım. bak düşün, bir buçuk saat mekanın 1 km civarında dolaşıp arabayı koyacak bir yer bulamadığımdan zirveye katılamamışım. haliyle mekana gittiğimde masadan önce uğramak istediğim tek yer wc oldu. öyle de yaptım. bir de ne göreyim, sadece iki tane pisuar var tuvalette. mecburen bu özelliği geçici olarak devre dışı bırakmak zorunda kaldım. ama normal şartlarda yapar gibi yapıp yapmadan geri döndüğümü bilirim.
not: zirve mekanına karın ağrısıyla gelmediğim için mutluyum. sadece iki tane pisuar nedir arkadaş?
sinir oluyorum. ama neye bir sor. misal böyle ayakkabının içinde çorap biraz sıyrılıp ayağın altında katlanır ya... ayakkabının içinde onu hissediyorum. o kalınlığı milimetrelerle ölçülen çorabın katlandığını ve o kat yerinin çivi gibi ayağıma battığını hissedip sinir oluyorum. sadece o olsa iyi. yatakta çarşaf katlanmış olsa o kat yeri batıyor bedenime. benzeri her şey rahatsız ediyor. tanımlamak gerekirse, bir yüzeyle bedenimin herhangi bir yeri arasında kurulan temasta herhangi bir farklılık var ise o fark bana batıyor. çıldıracak gibi oluyorum. hal böyleyken, bilmem kaç tane şiltenin altındaki bezelye tanesini hisseden prenses var ya, işte o benim. beyaz atlı brad'ım nerede?
konuşurken elimi kolumu kullanmaya çalışıyorum. hani böyle İtalyanlar kadar abartılı olmasa da bir parça. ya da hiç olmazsa suratımda bir ifade oluşturmaya. ama genelde unutuyorum. İnsan olmak çok zor...
yeni taşındığımız ofise sabahları en erken ben geliyorum. eskisi gibi merkezi kaloriferli değil bura. sabah gelip kombi falan yakıyorsun. en erken de ben geldiğim için ben yakıyorum. bir haftadır resmen götüm donuyor. çünkü ofis de bir nevi dağ başında. sanayi sitesi civarında. çevre yolu kenarında. böyle izbe bir yer. 85 kat giyinsem de ayaklarım donuyor....
neyse efendim, bugün fark ettim ki kombide peteklere giden suyun değil musluğa giden suyun ısısını yükseltiyormuşum bunca sabahtır.... petekleri ise 35 derecede bırakıyormuşum...
çok bilmişliğim elimde patladığında kendimden nefret ediyorum. elbette nadiren olan bir şey bu. ama olduğunda genelde hakkımdaki fikrine en değer verdiğim insanlar karşısında oluyor maalesef. ki onların sayısı çok az. malum, insanların pek çoğunun fikri bizim gibiler için önemsiz...
lisedeyken günlük tutan bir insandım ben. mavi renkli, üzerinde meşhur ağlayan çocuk fotoğrafı olan, kilitlenebilir bir defterim vardı. bu defterde neler yazmıyordu ki...
tuhaf bir çocuktum ben. sonra tuhaf bir genç oldum. ve bu defter o tuhaflıklarımla giriştiğim mücadelenin kaydını tutuyordu. içerisinde kendime belirlediğim kurallar vardı. özellikle annemin arkadaşının kızı olan sera karşısında yapmam gerekenleri kendime anlatan.
sera çocukluk arkadaşımdı. ilkokul çağında ailelerimiz sayesinde görüşmeye başlamıştık. sera ve küçük kardeşi naz. sera benimle yaşıttı. ve çocukluktan çıkıp ergenliğe doğru gittikçe hayallerimi süsleyen insan haline geldi. ama ben maldım. mal olduğum için sera ile aramda hiçbir şey yaşanmadı.
ne bileyim ya, video çağında bizi bir odaya koyup izlettikleri komedi filminde meme gördüğümüzde yastıklarla suratımızı kapattığımız bir çağda yaşıyorduk. şaka gibi deği mi? ama değil. gerçek bu. belki sadece ben mal değildim, hepimiz maldık.
bu defter şimdi ne oldu bilmiyorum. ama sera ile ilgili her hissimi ve asla eylem dökemediğim her planı oraya yazdığımı biliyorum.
not: iş bu girdide bahsi geçen isimler kurgudur. evli barklı kadın denk gelir okur falan...
bilen biliyor, meta sözlük'ün ilk zamanlarıydı. haliyle benim de bir sözlüğün moderasyonunda görev aldığım ilk dönemlerdi. her ne kadar geçmişte irc servislerinde ircop, gerçek hayatta da müşteri hizmetlerinde yönetici olsam da sözlük bünyesinde ilk kez yöneticilik yapıyordum. heyecanlıydım. içimdeki zıpır ama bir o kadar da patavatsız insanı kontrol etmem gerektiğinin farkında değildim.
günlerden bir gün, yazar arkadaşlarımızdan biri moderasyon için "her işe burnunu sokuyorlar" minvalinde bir şey yazdı. ben de yorum kısmına "ya neremizi soksaydık" yazdım. bence çok komikti. otuz saniye geçmedi "yazara hakaret eden moderasyon üyesi" tadında bir başlık açıldı. tam hatırlamıyorum şimdi. sene 2014 sonuçta. 4.5 sene falan öncesi.
o süreçte yaşananlar, benim bugün sürdürmeye özen gösterdiğim tarzımı ve tavrımı oluşturdu sanıyorum. üstlendiğim sorumluluğu daha ciddi bir çizgide tutmam gerektiğini anladım. henüz samimiyet kuramadığım yazarlara karşı espriler yapmamaya çaba gösteren bir insan oldum. ama bu benim için ne kadar zor anlatamam. çünkü içimde sürekli lafı gediğine koymak isteyen, q7 ortasına gelişine vurup topu doksana çakmak isteyen bir canavar var. yaş ilerledikçe bu arzu azalacağına isabet oranı artıyor sadece.
bu satırları yazdıktan sonra insanların hakkımda düşünecekleri hakkında endişelerim var. yine de bu yükü artık tek başıma taşıyamayacağım için yazmak istiyorum. lütfen, sonuna kadar okumadan yargılamayın...
onun varlığından haberdar olduğumda doğum günümdü. yıl 2010, eylül ayı. hakkında anlatılanlar bile kendisiyle tanışmayı istememe yol açmıştı. ama araya bazı engeller girdi ve tanışamadık. 2011 yılının başlangıcına kadar.
o hayatıma tam sekiz sene önce girdi. geldiği gibi de tam merkezine yerleşti. onunla birlikte zaman geçirmek için neler yapmadım ki. işten mi kaytarmadım, evdekilere yalan mı söylemedim. neler yapmadım ki. çok ateşli başlamıştı ilişkimiz. saatlerimizi gündüz gece demeden birlikte baş başa geçiriyorduk. kah sinirleniyor, kah gülüp eğleniyorduk. onunla birlikte olduğum zamanlar benim için her şeyden çok daha güzeldi.
ilk aylarımız, hatta ilk yıllarımız böyle geçip gitti. sonra benim ilgim dağıldı. aradığım her şey onda olsa bile farklı lezzetlerin peşine düştüm. klasik erkek aç gözlülüğü. mutluysan bu mutluluğu bozmak için uğraşıyorsun. yapmaman gerektiğini bildiğin halde...
o bazılarını duydu, bazılarını ise hiç duymadı. ama hiçbir zaman sesini çıkartmadı. aylarca görüşmediğimiz zamanlar oldu. aylar sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi devam ettik. hiçbir zaman neden onu ihmal ettiğimi sormadı. ben anlattığımda da umursamadı. her zaman sadece beni mutlu etmek için uğraştı. benden hiç vazgeçmedi. sanıyorum dönüp dolaşıp yine ona geleceğimi biliyordu. ne yaparsam yapayım, kiminle olursa olayım, kürkçü dükkanım o idi. ve bunu çok iyi biliyordu.
bu durum hiç değişmeyecek gibi görünüyordu. ama günlerden bir gün, onca yıllık ilişkinin ardından ondan 6 yaş küçük bir kız kardeşi olduğunu öğrendim. ve kısa süre sonra da kendisiyle tanıştım.
ablasına çok benziyordu. onun iyi olan her yönünü almıştı. ve ondan çok daha iyi özellikleri vardı. bugün bile düşündükçe kendime yakıştıramadığım şeyi yaptım ve kısa süre sonra onunla da görüşmeye başladım. başlarda ilişkimiz platonikti. birlikte kısa zamanlar geçiriyorduk. çok da elektrik alamamış gibiydik. ama zamanla durum değişti. sevdiğiniz varlığın daha iyi ve dana genç bir versiyonuyla karşılaşan her insanın başına gelmesi muhtemel şey başıma geldi ve onunla da bir ilişkiye başladım. hem de ablasından ayrılmadan...
bu satırları utanarak yazıyorum artık. ne deseniz haklısınız. benden nefret etmekte haklısınız. ama aşk bu. dün artık ikili bir ilişkiye daha fazla devam edemeyeceğime karar verdim ve ablasıyla vedalaştım. hiçbir şey söylemedi bana. onu kız kardeşiyle aldattığımı biliyor gibiydi. daha önce defalarca aldatmamdan farklıydı bu. bunu o da biliyordu. ama sesini çıkartmadı. yine bana sevgiyle baktı sadece. aklım almıyor.
bundan sonra hayatıma kız kardeşiyle devam edeceğim. ona daha fazla zaman ayıracağım. muhtemelen arada sırada onu da aldatacağım ama yapacak bir şey de yok pek. ben böyleyim. ben buyum. üzgünüm ama gerçek bu.
eğer bu satırları okursan bir gün, benimle geçirdiğin o unutulmaz 9 yıl için sana teşekkür ediyorum. kardeşine sana davrandığımdan daha iyi davranmaya çalışacağımı bilmeni isterim. ve şunu da unutma, senin kalbimdeki yerin her zaman başka olacak civilization v...
2001 yılında bir bankanın bölge müdürlüğünde çalışıyordum. ekşi sözlük'te larden olarak yazmaya başladığım süreç zaten o. çünkü bana verdikleri işler onlara göre excel üzerinde haftalar sürecek işlerdi. lakin ben her bir işi macroya bağladığım için saatler içinde bitiriyordum. işte öyle bir süreçte ofisteki bilgisayara civilization kurmuştum. o dönemde civ 3 vardı sanırım? emin değilim. lakin ofiste civ oynamak farklı bir maceraydı benim için.
2002 yılında ise beni başarılı performansım nedeniyle genel müdürlüğe transfer ettiler. insan kaynakları. orada excel'den bir adım öteye geçip sap kullanmaya başlamıştım. boş vaktim çok fazla değildi. lakin evde 56 k modem varken ofiste 100 mbit bağlantı vardı. ben de internette ne bulduysam download etmeye başladım. download etmek sıkıntı değildi. sıkıntı bilgisayarlarda usb ya da cd rom bulunmaması idi. yani dünyanın filmini, dizisini, oyununu indirmiştim ama eve götüremiyordum. ben de ofis bilgisayarını bir cuma akşamı söktüm ve harddiskini alıp eve götürdüm. evde filmleri dizileri oyunları aktarıp pazartesi geri taktım.
bir işi her şeyiyle öğrenip hızlı yaptığımda başka şeylere yönelmek gibi alışkanlıklarım var sanırım.
dün akşam kapının kenarında duran poşetleri de mutfaktan aldığım çöp poşetine ekleyip kapıcı alsın diye dışarıya koydum. bu sabah fark ettim ki eklediğim poşetin içinde internetten satın aldığım ve bugün kargo ile iade edeceğim 109 liralık şey vardı. sabah çöp tenekelerini gezdim ama belediye gece çalışmış. tebrik ediyorum onları. 109 lira için çöp eşelemeye razıydım oysa.
uzun süredir çalkantılı devam eden bir evlilik, yahut kötü giden bir ilişki içindesindir. ne ayrılabiliyorsundur, ne huzurun vardır. böyle bir tür alacakaranlık kuşağındaymış gibi hissedersin. uykudan her uyandığında o huzursuzluk haliyle güne başlarsın. bugün hangi konuda kavga çıkacak, bugün neye canım sıkılacak diye düşünerek kalkarsın yataktan. ve sonra bir gün birden bir karar alınır. ayrılalım dersin. ayrılırsın. işte o an üzülüyor olsan da rahatlamayı da iliklerine kadar hissedersin. hah işte. geçen haftalarda sunucuyu patlattığımızda ben de aynısını hissettim. mod grubu yangın yeri, ben bildiğin mahalle yanarken saçını tarayan orospu... yormuşsun beni kulzos.
pazar gecesi son gecemizdi birlikte. sabaha karşı dört gibi uyandırdı beni. yatağa gelmek istedi önce. yarım saat öyle mücadele ettik. ben itiyorum, bu saatte olmaz diyorum, o zorluyor. o geçti, akabinde karanlıkta bir noktaya bakıp durdu. kıllandırdı beni. birlikte tüm evi gezdik. asayişten emin olduk. kimse yok evde. şüpheli bişi de yok. sonra evde hiç yer yokmuş gibi salona sıçtı. bokunu temizleyip bir de ödül verdim. saat beş civarında, hala uyanıkken, pata küte giriştim. götüne götüne yapıştırdım şaplakları. öyle şaşkın şaşkın baktı bana. hala yalamaya çalışıyor pezevenk. lan uyu uyu diye ümüğünü sıktım. tırstı biraz. sonra çok üzüldüm. yanıma yatırdım. burnumu yaladı it. beş otuz gibi uyudu. yere yatırdım. altı otuzda kalkıyorum zaten, uyumadım.
zordu onunla hayat. ama şimdi gözümde tütüyor it oğlu it. göbişine yumulmak istiyorum. ensesinden ısırmak istiyorum. kulağını yalamak istiyorum. kısasa kısas. yapmadığım şey değildi zaten.
çok garip yaf. üç gece peş peşe kaldı sadece. bir de hafta içi gece kalmıştı. toplam dört. deli gibi özlüyorum manyağı. başak burcuyum. pisliğe, dağınıklığa, karmaşaya gelemiyorum. ama özlüyorum da işte. bir yandan da dövdüm diye üzülüyorum. tamam öyle hayvanın canını yakacak kadar dövmedim elbet ama işte yine de içim burkuluyor. son gecemizdi o bizim. daha güzel geçebilirdi.
ah ulan tokyo. napıyorsun acep şimdi. seni başkasına verdiler mi? yoksa havuzlu villanda doberman ve dişi toy poodle ile birlikte yaşamaya devam mı ediyorsun? soramıyorum da. özlediğim anlaşılsın istemiyorum. hof.
bir senedir kullandığım ofis sandalyemin sırtı birdenbire dik hale geldi. oturamaz oldum. sandalye sanki beni itiyor. tekerleklerinden biri kırıldı sandım ama yok o da değil. sonra kurcalarken kurcalarken sol tarafında sırt ayar kolu bulunduğunu keşfettim... mallık bende değil, o kolu sol tarafa koyanda... sağ tarafa koy işte, aşağı yukarı ayarı yapılan yere... ben nerden bilecekmişim solda da kol var.